21 Ekim 2017 Cumartesi

Atatürk Diktatör Müydü?





  Tarihçiler, gazeteciler veyahut siyasiler arasında yıllardır tartışılagelmiş bir konudur, göze hitap eden bir girizgah yerine direk konuya gireceğim. Tezleri açıklamaya başlamadan önce birçok insanın Mustafa Kemal Atatürk için kullandığı "diktatör" sıfatıyla ilgili bilgi verelim; zira çoğu insan yıllarca yafta olarak kullanılan bu kelimenin nereden geldiğini bilmemektedir.

  "Diktatör" yani -Latince öz yazılışıyla- "dictator", dictare kelimesine eklenen -or ekiyle türetilmiş bir sözcüktür. Tarihte ilk kez mevki olarak uygulama kaynağını Roma'da bulmuştur. Bu mevki Cumhuriyet dönemi Roma'sında ülkeyi yöneten bir consul (konsül)ün kritik bir durumda diğer konsüle azami 6 aylık üst düzey yetki vermesi sonucu nadiren görülmekte olan bir mevkiydi.  Cumhuriyetin son döneminde Caesar'ın senatoyu ve rakiplerini dize getirerek tüm yetkileri diktatör sıfatıyla üzerine aldığını görürüz. Yetkinin ilk ve son gayrimeşru kullanılışı da bu olayla vuku bulmuş; o dönemden itibaren Roma'da diktatör mevkisi sadece unvan olarak yer edinmiştir. Zira yöneticinin mutlak surette meşru olarak ülkeyi yönetme yetkilerini üzerinde bulundurduğu İmparatorluk dönemi başlamıştır. Kelimemiz ise daha sonra Fransızcada "dictature" haliyle kullanılmış ve anlamı da değişmiştir.
  Önceden cumhuriyet için dahi meşru görülen bu olağanüstü yetki, siyaset biliminin gelişimiyle oldukça karmaşık bir söylem (discourse) halini alarak farklı anlamlar bulmuş; Fransız İhtilali'nden sonra sözlüklerde ise "Zorba bir parti veya kişinin iktidarı antidemokratik yöntemlerle gasp etmesi, ülkeyle ilgili tüm kararları vermesi." olarak geçmiştir. Bu anlamı Eski Yunan'da "tiran" kelimesine daha yakındır. Günümüzde de yaygın olarak bu anlamıyla kullanılmaktadır.

  Şimdi gelelim konumuza, Atatürk bir diktatör müydü?
  Siyasetteki ve tarihçilikteki en yaygın söyleme göre,  diktatör olacak kişinin iktidarı zorla gasp etmiş olması gerekir. Atatürk, mevcut bulunmuş yetkilerinin neredeyse tümünü oylama ile elde etmiş, yetkilerini kullanırken de her adımında meclisin onayını almıştır. Celal Şengör'ün Dahi Diktatör isimli kitabında Atatürk'e iyi niyetle de olsa bu yaftayı yakıştırırken kullandığı tek elle tutulur argüman, almak istediği bazı kararlar için meclisi üstü kapalı tehdit etmiş olmasıdır. Bu argüman, diktatör sıfatını yüklemek için yetersizdir. Çünkü burada Celal Şengör ya diktatörün tam anlamını bilmemekte; ya da Atatürk'ün bazı antidemokratik eylemlerini kendince bir kalıp içine koymaya çalışmaktadır. Ancak bilmesi gerekir ki bu tür olgular, siyaset bilimine uygun parametrelere göre kullanılır; herhangi bir bilimsel ölçüt ile dayanılan geçerli bir söylem olmaksızın bir kimse için kullanılamaz. 
  Türk siyasetçilerinin ve medyacılarının en yaygın biçimde kullandığı -söz konusu- diktatör söylemine göre ise, bu olgunun siyaset bilimine göre geçerli bir sıfat olarak kullanılabilmesi, uygulamadaki yönetimin diktatörlük sayılması için aşağıdaki bilimsel özelliklerin tümünü taşıyor olması gerekmektedir:

-Devletin başına mevcut hukuka göre değil, zorla geçilmesi.
Cevap: Devletin başına geçmemiş, yeni bir devlet kurmuştur. Savaş sürecini halkın seçtiği "meclis"in hükümeti yürütmüştür. Başkomutanlığını dahi kanunla elde etmiş; kanun ise oy birliği ile (184 oy) çıkarılmış ve yetki, geçici olarak kendisine verilmiştir.
-Devletin başındakinin sınırsız iktidara sahip olması.
Cevap: Aldığı kararları meclise onaylatma gerekliliği hissetmiştir. Eylemlerini millet adına yapmış, iktidarın meşruiyetini millet iradesinden almış; usulüne göre kullanmıştır. 
-Devletin başındaki kişinin yerine, zamanı geldiğinde; kimin, nasıl geçeceği konusunda yerleşmiş herhangi bir kuralın bulunmaması.
Cevap: Bu belirsizliğe, cumhuriyeti kurmakla seçim usullerini netliğe kavuşturarak çözüm bulmuştur. (Rejimin gereği "çok partili hayat" konusuna yazının devamında değineceğim.)


  Tarihe adını kazımış diktatörler ise, aldıkları kararın ardından meclis onayına ihtiyaç duymaz, muhalefeti tanımaz, kararlarının tanınmaması üzerine sonuç ölüm veya hapis olur, genel olarak zorba-katı bir yönetim anlayışı izler ve tüm bu yaptıklarıyla demokrasiyi  fikren ve fiilen yıkıcı işlevde bulunurlar. Atatürk ise söylemin kabul ettiği yukarıdaki bilimsel diktatörlük ölçütlerine uymamakla birlikte; en başından monarşi ile yönetilen bir geleneksel Orta Çağ devletinin küllerinden demokrasi ile yönetilen medeni bir ulus devleti kurmuştur. Bu bakımdan öncelikle demokrasiyi yıkıcı değil; kurucu bir işlev edinmiştir.

Diktatör değilse neydi? Antidemokratik hamleleri olmadı mı?
  Otoriter, irade kudretini karakterinde taşıyan bir liderdir. Bu özellikleri ve bazı eylemlerinin antidemokratik olması onu diktatör yapmamaktadır. Zira ona diktatör diyenler bir gerçeği göz ardı etmekte ve sadece eylemi baz alan dar bir bakış açısını esas almaktadır. Antidemokratik eylemlerini meşru kılan gerçek: Atatürk yaşadığı dönem itibariyle bir dizi devrim gerçekleştirmiş olmasıdır.  Devrim şartları bu tür eylemler için zaten müsaittir. Özellikle de mutlakiyete uyumlu geleneksel doğu toplumları için müsait olmak zorundadır. Bir de yakın dönemdeki gerçek diktatörler esas alındığında (Hitler, Mussolini, Stalin, Franco, Pevlevi) bu sıfatı yakıştırmak onun demokrasi anlayışına ve kurucu yönüne hakaret etmekten farksızdır. Üstelik örnek verdiğim diktatörlerle karakteristik-uygulama yönünden farkları da barizdir.

Asli demokrasi unsuru: Çok partili hayata geçiş denemeleri
  Çok partili hayata geçiş için birisi dolaylı, diğeri doğrudan olmak üzere iki hamlesi mevcuttur. Eğer demokrat gayeleri gütmeseydi muhaliflerinin kurmuş olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrasının kuruluşuna onay vermeyebilirdi. Veyahut Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşunu teşvik etmeyebilirdi. Ek olarak mecliste veya kamuoyunda kendisine, bir karar önergesine veya herhangi bir kararına karşı çıkan kişiler de olmuştur.
  Bu konuda ayrı olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'ndan ve Kazım Karabekir'den bahsetmek gerekir. Karabekir, Kurtuluş Mücadelesinin ardından Atatürk'ün en sert ve güçlü muhalifi halini aldı. Şiddetli fikir ayrılıklarının sonucunda ilk muhalefet partisi onun önderliğinde kurulmuştu. Ancak partisinin ömrü kısa sürdü. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanında bazı TCF üyelerinin kabahatli olması, ceza almaları ve buna ek olarak Karakol Cemiyeti'nin kurucusu olarak tanıdığımız koyu İttihatçı, TCF'li Kara Vasıf Bey'in "Mustafa Kemal Paşa’yı istiyorsanız Halk Fırkasına gidiniz. Halife’yi istiyorsanız bizim Fırkamıza geliniz." şeklinde  açıklamaları partinin olağanüstü Takrir-i Sükun kanununa dayanarak kapatılmasına yol açtı. Bu olayın ardından 1926 tarihinde İzmir Suikasti girişimi yaşandı. Tutuklananlar arasında Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa olsa da neticede suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. Aradan geçen 7 yılın ardından Atatürk-Karabekir arasındaki kamuoyunun önündeki ilk tartışma 1933 yılında Milliyet gazetesinde gerçekleşti. Tartışma, Karabekir ile belirsiz bir kişinin gazetede mektuplar ve belgeler yayınlamalarıyla başlamıştı. Atatürk  7. mektubun ardından sessizliğini bozmuş; Karabekir'e 9 sayfa tutan yanıtlar vermiştir. Bu sürecin ardından Kazım Karabekir'in Nutuk'a karşılık olarak yazdığı "İstiklal Harbimizin Esasları" isimli kitabını toplatmıştır. Bu antidemokrat bir eylem olarak kabul edilebilir; ancak son radde olduğu dikkate alınmalıdır.  Görüldüğü üzere Atatürk bu en güçlü ve en kitleli muhalifine ve partisine karşı devrim zamanında bile son ana kadar imha edici bir yaklaşımda bulunmamış, siyasi anlamda karşısına geçmelerine müsaade etmiştir.
  Serbest Cumhuriyet Fırkası, tamamen Atatürk'ün Fethi Okyar'ı teşviki sonucunda kurulmuş bir diğer partidir. Partinin kuruluşunda 1929 yılındaki Dünya Ekonomik krizinin büyük bir payı vardır. Krizle birlikte ekonominin kötüleşmesi ve halkın mevcut vaziyet karşısında tepki göstermesi, CHP'nin denetleme ve baskı hissetmemesi, demokrat ve gerekli bir siyasi manevra ihtiyacını doğurmuştu. Nitekim parti kuruldu. Ancak parti her ne kadar liberal, laik ve milliyetçi görünümle ortaya çıksa da halk tarafından farklı şekilde (halifeliği geri getirecek parti) algılandı. 7 Eylül'deki İzmir mitinginde halkın galeyana gelişi, Cumhuriyet Halk Fırkasının binalarına saldırmaları, oluşan kaos ve yapılan usulsüz  grevler, ülkenin henüz bir muhalefet partisi için hazır olmadığını gösterir nitelikteydi. Bu karışık süreç içinde Atatürk, partinin yürürlükte kalması için elinden geleni yapmıştı. İzmir mitinginden önceki karışıklıklara ve güvenlik problemine binaen Okyar'a çektiği telgrafta: "Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutku söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Asayişin temini için Başvekil, Dahiliye Vekili ve İzmir valisi lazım olan tedbirleri almakla mükelleftirler." ifadelerini kullanmıştı. Ancak olaylar engellenemedi ve parti  100. gününü dahi dolduramadan kapandı. İki muhalefet kurma girişiminin de olumsuz sonuçlanması sonucu Atatürk'ün olası çıkarımlarını tahmin etmek güç olmasa gerek.  İki başarısız denemenin ardından 1930'da Abdülkadir Kema Bey'in kurduğu ve onaylanan "Ahali Cumhuriyet Fırkası" herhangi bir faaliyet ve başarı gösteremeden 3 ay sonra kapatıldı. Arif Oruç'un 1931'de kurmak istediği "Laik Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Partisi"ne hükümet kurulma izni vermedi. Son olarak ise 1937'de Mimar Kazım Tahsin Bey "Türkiye Cumhuriyet Amele ve İşçi Partisi"ni kurmaya çalışmış; hükümet tarafından "komünist eğilimli" olarak nitelendirilerek kurulmasına izin verilmemiştir. Atatürk'ün ölümüne kadar sarf edilen son parti kurma çabası da budur.

Atatürk'ün irade kudreti ve otoritesi
  Atatürk'ün, saltanat ile hilafetin ayrılma sürecinde (saltanatın kaldırılması demek oluyor), alfabe değişikliği gündem olduğunda çıkan tartışmalar ve gösterilen tepkilere verdiği yanıtlardan; önce devrim şartlarından ötürü tüm bunlara müsaade etmeme, karşı çıkan herkesi tasfiye etme, kendi kararlarını uygulama olanağının bulunduğu unutulmamalıdır.  İsteseydi  ikna ederek ve tartışarak çözüme kavuşturduğu konularda irade kudretinden yararlanarak tartışmaya gerek olmadan zoraki bir kabul ettirme -tam anlamıyla azmettirme- yoluna gidebilirdi. Ancak kendisi devrim sürecinde dahi demokrasinin temellerini korumaya yönelik hareket etmiştir.
  1923'te kurulan ikinci TBMM'ye kadar elinde bir güç olmadığı, dolayısıyla sırtını dayamak zorunda kaldığı ve meclisle ters düştüğü zaman geri adım atması durumu da sıklıkla kullanılan argümanlardan biridir. Bu argümanı öne süren herhangi bir kişi, anlatacağım olaydan bihaberdir; ya da bu olayın argümanı tek başına yıktığını göz ardı etmektedir.
  1 Kasım 1922, birinci mecliste hilafetin saltanattan ayrılıp ayrılmayacağı ile ilgili bir tartışma söz konusu. Tartışma oldukça içinden çıkılamaz bir hal alır ve Mustafa Kemal, en sonunda irade kudretini tescilleyecek şu açıklamayı yapar:
" Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıülyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir.Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir.Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Bu konuşmada üstünde durulması gereken ilk durum, konuşmanın T.C tarihinin en çetin muhaliflerinin bulunduğu 1. mecliste yapılmış olmasıdır. İkinci durum ise saltanat rejiminin demokrasiye aykırı olduğunu, Türk ulusunun devlet hakimiyetine bilfiil el koyduğunu belirtmesidir. Atatürk bunun "emrivaki" olduğunu söyleyerek ulusal egemenliğin kaçınılmaz olduğunu, demokrasiye gidilen yolda (devrim sürecinde) antidemokratik hamlelerin de mübah-meşru olduğunu dolaylı olarak zaten belirtmektedir. Aslına bakarsanız Atatürk, diktatör olmadığını bundan 95 sene önce savunmuştur. Atatürk'ün burada takınmak zorunda olduğu antidemokratik tavır, Platon paradoksunun ters biçimini andırır. Platon paradoksu: "Halkın kendisini bir tiranın yönetmesini istemesi durumunda bunu kabul etmenin mi; kabul etmemenin mi daha demokratik bir eylem olacağı" konusundaki çıkmazı ifade eder. Bunun tersi ise "demokrasiye giden ve hakim kılan yolda antidemokrat hamleler yapılıp yapılamayacağı" olarak yorumlanabilir. Paradoksu tersine çevirdiğimizde kısa bir düşünme eyleminin akabinde kilit açılmakta, mantığa daha da yatkın bir çözüm ortaya çıkmakta ve Platon'un demokrasiye yönelttiği eleştiriyi de arkasına alarak antidemokrat hamleleri meşru kılmaktadır.
(Platon'un demokrasiye yönelttiği eleştiri, "egemenliğin donanımı/bilgisi yetersiz kitlelerin elinde olma ihtimali ve bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda demokratik rejimin sağlıklı sonuç vermemesi" durumudur.) Böylece Atatürk'ün antidemokratik faaliyetlerinin meşru kılınmasının yanı sıra eğitime verdiği önemin sebebi hakkında da çıkarım yapabiliyoruz.

-Kerem Ali Vahap
Kaynakça
-Kasım, Naci (1928), Gazi'nin Hayatı (İstanbul: Maarif Kitaphanesi)
-Şengör, Celal (2015), Dahi Diktatör (İstanbul: Ka Kitap)
- Taşkın, Ali (2011), Platon'un Demokrasi Paradoksu, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , 16 , 62-73.
- Tahiroğlu, Bülent ve Erdoğmuş, Belgin, (2016), Roma Hukuku Dersleri (İstanbul: Yılmaz Yayıncılık)
-  <https://www.etimolojiturkce.com/kelime/diktator>
-  <http://www.nisanyansozluk.com/?k=diktatör>
-  <http://www.etymonline.com/word/dictator>
- <https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c014/ehttbmm01014103.pdf>
 (1 Kasım 1922 meclis tutanağı)
-  Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde., s. 273-275;
- Tunaya,  T.Z, Siyasi Partiler, s. 636-637.
- Okyar, Osman ve Seyitdanlıoğlu, Mehmet, (1997), Fethi Okyar'ın Anıları (İş Bankası Kültür Y.)
- < http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/inkilaplari/siyasi/takrir.htm>
-< http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-28/izmir-suikasti-2>
- Mumcu, Uğur (1990), Kazım Karabekir Anlatıyor (UM:AG Araştımacı Gazetecilik Vakfı)
- Haspolat, M. Emin (2003), Diktatörlük ve Atatürk, Amme İdaresi Dergisi, 36, 83-119
- Yaman, A. Emin Yaman (1992), Başkomutanlık Kanunu, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 9, 85-110

Önceki güncelleme: 21.11.2017
(*) "Diktatör" olgusu,  bir söylem olduğu belirtilerek ele alınacak şekilde düzenlenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Prof. Dr. M. Emin Haspolat'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Yrd. Doç. Dr. A. Emin Yaman'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.




4 Ekim 2017 Çarşamba

Antik Haritalar Testi


Tamamı antik harita çizimlerinden alınmış kırpılmış görsellerde haritanın nereyi gösterdiğini bulmak adına yapılan bir testtir. Cevaplarınızı işaretledikten sonra mail adresinize açıklamalarıyla birlikte puanınız ve doğru cevaplar gelecektir.

DİKKAT: Haritalar orjinallerinden alınmaya çalışıldığı için her zaman günümüzdeki harita çizim yöntemi ve yönlerine göre incelemeyiniz. Bazı haritalarda Afrika kuzeyde Rusya güneyde olabilir.

30 Eylül 2017 Cumartesi

1528 Viyana Muhasarası


                                                                                         
Macar Kralı Zapolya ile Anlaşma:

            1528 Macaristan tacı, Arşidük Ferdinand’ın desteklediği Charles Quint (V. Karl veya Şarlken) ve Osmanlı’nın desteklediği Erdel Voyvodası Zapolya (I. Janos) arasında çekişiyordu. Mcar Kralı II. Lajos’un ölümü üzerine Ferdinand Macar tacının kendine ait olduğunu iddia etmiş ve Zapolya’yı Tokay Muharebesi’nde mağlup etmişti. Bu yenilgi ile Zapolya, kayınbabası Leh Kralı I. Sigismund’a başvurmuş, diğer taraftan da Sultan Süleyman’dan yardım talep etmişti. Bu nedenle gelen elçi, Sadrazam İbrahim Paşa’nın sitemlerine maruz kalmış, Sultan elçileri kabul etmiş, Macaristan’da kılıç hakkı bulunduğunu beyan etmiş, fakat kendisine sadakatle bağlı kaldığı için Ferdinand’a karşı kendisini himaye edeceğini bildirmişti. Ayrıca elçiye destek kuvvetle geleceğini ve düşman üzerine yürüyeceğini, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Allah (c.c.) üzerine yeminiyle tebliğ etmişti. Böylece elçi 28 Şubat 1528 tarihinde Macaristan Krallığı’nı Osmanlı İmparatorluğu’na himaye eden meşhur antlaşmayı imzaladı.(1)

            Ferdinand bu teşebbüslerden haberdar olunca, bir elçi heyeti göndererek, Macaristan’da işgal edilmiş toprakları iade etmesi şartıyla, barış talebinde bulundu. Bu teklife karşılık Sadrazam İbrahim Paşa “Nasıl olur da Ferdinand’a, Hristiyanların sığındığı ve bu nüfusu koruyan Osmanlı Sultanı huzurunda “çok kuvvetli” ünvanını verebildiğini” sordu. Sadrazam misal olarak da Lehistan, Fransa, Venedik, Erdel’i saydı. Ferdinand tarafından istenen toprakları görünce de “Konstantiniyye’yi niçin istemediğine şaşırdığını” söyledi. Sultan Süleyman, Avusturya’nın bu isteklerine hiddetlenerek elçinin konakladığı yerde hapse tutulmasını (ev hapsi) emrettiyse de, serbest bırakıp 500’er duka hediye vererek “Ferdinand’ın kendisiyle dostluk münasebeti kurmadığını, fakat vaktin yakın olduğunu, onu yakında bulacağını, ziyarete hazırlanmasını” bildirdi.
            Sultan Süleyman bir taraftan sefer hazırlıklarına girişmiş, diğer taraftan Sadrazam İbrahim Paşa’ya “Seraskerlik”le beraber, Rumeli Beylerbeyliği’ni de kendisine verdi. Ayrıca bu ünvanların o zamana kadar görülmediği muhakkaktır. Daha sonra ordu kumandanlarına verilen bu unvan, Tanzimat Fermanı’ndan sonra Harbiye Nazırları’na da verilmiştir. Bu ünvanlardan sonra İbrahim Paşa “Makbul” namıyla anılmaya başlandı.(2)

Viyana’ya Doğru Hareket:
         
          Sefer hazırlıklarını tamamlayan Sultan Süleyman, 200 bini mütecaviz bir kuvvet ve 300 top ile İstanbul’dan hareket etti. İstanbul’da sadaret kaymakamı olarak Güzelce Kasım Paşa ve Müfti İlmi Kemal’i bıraktı. İlkbahar yağmurları dolayısıyla, ordu zorluklarla Edirne ve Filibe güzergahı ile Sofya’ya ulaştı. Sadrazam önden sevkedilerek, Belgrad’a ve 18 Ağustos’ta Mohaç’a gelindi. Burada Zapolya ile beraberindeki 6 bin Macar süvarisi orduya dahil oldu. Macar Kralı Janos Zapolya otağ-ı hümayuna yaklaşıp, hürmeten atından inip, saf tutan yeniçeriler arasında yaya yürüyerek, huzura kabul edildi. Sultan, himayesini ayakta karşılayarak üç adım ilerlemiş; Kral hürmeten elini öperek, karşısına konulan iki altın maksureye Sadrazam ile oturmuştu. Kral çıkarken tekrar el öpmüş, arka arkaya dört hilat giydirilmiştir. Bu Türklerce büyü teveccüh alameti olduğundan, Kral, Sultan’ın huzuruna tekrar girip şükranını sunmuş, bu defa altın takımlı üç arap atıyla ödüllendirilmiştir (19 Ağustos 1528).

            Bu sırada, tarihi kıymeti bulunan ve Macarlar nazarında, Kral’ın meşruiyeti ve milli bir hükümdar olabilmesi için mutlaka sahip olunması gereken “Korona” isimli tacın, İzvornik Sancakbeyi Bali Bey tarafından ele geçirildiği haber alındı. Sultan Süleyman bu tacın Kral Zapolya’ya verilmesini emretti.
            Budin o sırada Ferdinand tarafından işgal edildiğinden, buraya hareket edildi ve 3 Eylül 1528’de muhasara edildi. Açılan topçu ateşleri kalenin bir kapısının kırılmasına ve ele geçirilmesi üzerine, muhafızlar 8 Eylül’de teslim oldular.
            İki gün sonra çağrılan Boğdan Prensi, Sultan Süleyman tarafından huzura kabul olunarak, bir himaye ve tabiiyet antlaşması imzalandı. 14 Eylül’de Macar Kralı Zapolya’nın tac giyme töreni icra olundu ve tarihi Korona tacı Kral’a giydirildi. Bu törende ikinci dereceden bir memur, Kral’a tac giydiriyordu.

            Bundan sonra Sultan Süleyman, Budin’de bir Türk vali bırakarak, Viyana’ya yöneldi. Yahya Mehmed Bey kumandasındaki akıncılar, Viyana müdafileriyle ilk toplantıyı yaptılar. Sultan Süleyman, Viyana garnizon komutanı Kont Salm’a haber göndererek, boş yere kan akmamasını bildirdi. Halkın ve askerin can, mal ve ırz masuniyeti şartıyla teslim teklif etti. İki gün sonra Sadrazam ve sonra da ordu, Beç dediğimiz Viyana önüne gelerek muhasaraya başladı. Sultan Süleyman karargahını, Simmering köyünde kurdu ve ordu-yı hümayun şiddetli yağmurlara rağmen muhasaraya başladı. Otağ-ı hümayun etrafında 12 bin yeniçeri mevzi alıyor; Sadrazam İbrahim Paşa ve Behram Paşa’nın kuvvetleri şehri tamamen kuşatmış bulunuyor; 300 top Saint Murk ve Wienerberg arasında mevzileniyordu. Bali Bey Wienerberg tepesini tutuyor; Hüsrev Bey ise biraz ilerisini tutuyordu. Ordu takriben 120 bin kişiyi buluyor; 20 bin kadar deve ile 300 taşıma teknesinden ibaret donanma nakliyat işerinde kullanılıyordu. Sultan Süleyman, mevsimin beçtiğini bilmekle beraber, Viyana’yı kuşatmakla Şarlken’i meydan muharebesine zorlamak istiyordu. Bir meydan muharebesiyle Avusturya’nın işini bitirmek arzusundaydı. Fakat ne Ferdinand ne de Şarlken buna yanaşmadı. Ferdinand, daha Sultan Süleyman gelirken şehirden çekilip. “Süleyman Ren’e gelene dek kılıcını kınından çekmeyeceğini” yazmıştı.

            Bu sırada Viyana garnizonu hazırlığını bitirmiş, şehir ahalisini binlik kafileler halinde şehirden çıkarmaya başlamıştı. Bunların çoğu Türk akıncılar tarafından esir alındı ve malları yağma edildi. Şehir 25 bin kişi ve 72 top ile muhafaza ediliyordu.

            Osmanlı ordusu ise şiddetli yağmur ve hava şartları nedeniyle büyük topları getirememiş, bu kuşatmanın uzamasına sebep olmuştu. 9 Ekim 1528’de iki lağım patlatılarak surlarda 24 kişinin geçebileceği gedik açılmıştı. Ordu üç gün, sürekli şekilde şehre hücum etti; fakat Viyana alınamadı.
            Ferdinand bu sırada büyük bir kuvvetle Linz’de bulunuyor ancak meydan muharebesinden kaçınıyordu. Sadrazam bir meclis toplayarak, mevsimin geçmiş bulunduğunu, son hücumdan da netice alınamazsa çekilmenin münasip olacağını söyledi. Böylece 14 Ekim 1528 günü. Osmanlı ordusu kaleye hücum başlattı. Hücumlar maksadına ulaşmayınca, Beç muhasarasına son vermenin münasip bulunduğuna karar verildi.

            Türkler’in Viyana’dan ayrılışlarından Avusturyalılar büyük sevinç duydular; şehirde çanlar çaldılar. Bunun manasını yanındaki esire soran Sadrazam, kurtuluştan duyulan sevinç olduğu cevabını alınca, Viyana’ya mektup yazarak “Allah’ın inayeti ile şanlı namağlup olan cihan padişahı Sultan Süleyman’ın Vezir-i Azam’ıyım” diye başlıyor, Viyana şehrini almaya değil, Arşidük’ü yenmeye geldiklerini anlatıyor. Onu bulamadıkları için bu kadar zaman kaybedildiğini söylüyor, hadlerini bilmezlerse yeniden bildirmek için kudretleri bulunduğunu yazıyordu.   

            Bundan sonra Ferdinand, sulh etmek için  İstanbul’a iki elçi gönderdi. Kenddilerinin Ferdinand tarafından “Macar Kralı” sıfatıyla gönderdiklerini söyleyince laflarını kesip, Ferdinand’ın bu sıfata sahip olmadığını, onun ancak İspanya Kralı olan Şarlken’in Viyana valisinden ibaret olduğunu söyledi. Sadrazam’a göre, imparatorluk sıfası ise Roma Kayserlerinin makamında bulunan, Sultan Süleyman’a aitti.  Şarlken Alman İmparatoru değil İspanya Kralı’ydı. Sadrazam ayrıca Fransa Kralı’na davranışların insani olmadığını ve başında bir kukulata ve bir tac koymakla olunamayacağını, bunun ancak kılıçla olunduğunu, buna ise Sultan Süleyman’ın eriştiğini iletti. Sulha gelince; bunun ancak Ferdinand’ın Macaristan’dan, biraderinin ise imparatorluktan vazgeçip, İber yarımadasına çekilmediği müddetçe mümkün olmayacağını söyledi. Elçiler bu talebin aşırı olduğunu hatırlatıp, para önerseler de Sadrazam Yedikule’yi işaret etti; hazinenin para ile dolu olduğunu, Beç parasına ihtiyaç olmadığını, Padişahına fethettiği tüm topraklardan çekilmektense Dünya’yı fethinde ona yardımcı olmayı daha şerefli olacağını söyledi. Padişahla da görüşen elçileri tekrar huzura alan Sadrazam,  onlara Osmanlı şartlarını bildirdi. Bunlara göre; Mohaç ve Viyana seferlerinde iki defa fethedilmiş topraklar kimseye terk edilmeyecek, Avusturya Macaristan üzerindeki haklarından feragat edecek. Osmanlı Sultanı’ndan başka kimse “imparator” ünvanını taşıyamayacağı için, Şarlken derhal İspanya’ya çekilecekti. Bu kati şartlardan sonra elçilere memleketlerine dönmekten başka çare kalmadı. Kendilerine verilen ve Ferdinand’a yazılmış name-i hümayunu alarak, geri döndüler. 



Muhammed Oğuz Alaygüvenci
 
Kaynakça

1-       Martin Sicker, The Islamic World in Ascendancy: From the Arab Conquests to the Siege of Vienna, sayfa 203

2-       http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=210333&idno2=c210260#1

       3 -     Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi Cilt II (1994), Ankara, Ötüken Neşriyat                                                                                                                                                      

29 Eylül 2017 Cuma

BÖLÜNMELERİN ARDINDA BİR MÜCADELE: Bizanslılar; Selçuklular, Fatımiler ve Frenkler



İçindekiler

GİRİŞ
I. Bölüm
A) I. Kafile, Köylü Haçlı Seferi
a.1) Aleksios’un Yardım İsteği
a.2) Clermont Konsili
a.3) Köylü Haçlılar Geliyor
a.4) Kserigordon Kalesi ve Baskın
a.5) Köylü Haçlılar Geri Püskürtülüyor
II. Bölüm
A.) İkinci Kafile
a.1) İznik Kuşatması
a.2) Dorlion Muharebesi
III. Bölüm
A.) Kutsal Topraklarda Mücadele
a.1) Antakya Kuşatması
a.2) Kudüs Kuşatması ve Kudüs Krallığı
SONUÇ 
KAYNAKÇA 

GİRİŞ

Haçlı Seferleri, genel olarak 1096 ve 1272 yılları arasında Katolik Avrupa coğrafyasının Müslüman Ortadoğu coğrafyasına karşı düzenlediği seferlerin bütünü olarak bilinmektedir. Aynı zamanda benzer amaçlarla başka coğrafyalara da düzenlenen ve Haçlı Seferi olarak adlandırılan savaşlar vardır. Ancak Haçlı Seferlerinin özüne ve tarihsel bağlamına baktığımızda yaklaşık iki asırlık bir geçmişin etkisiyle ortaya çıkmış ve sonuçları itibariyle de en az iki asırlık da geleceğe damga vuran bir dönem olduğunu görürüz. Özellikle VII. yüzyılda Arap yarım adasında İslam Medeniyetinin yükselişi ve genişlemesi, devam eden yüzyıllarda Türklerin Batı’ya akınları ve İslamiyet ile bütünleşmeleri Roma İmparatorluğu’ndan sonra büyük bir boşluğa düşen Avrupa Coğrafyası ile Doğu Medeniyetlerini farklı bir kutup noktası haline getirmiştir. Bugün doğudaki durumun bir benzeri olarak düşüneceğimiz bir şekilde, o dönemde Batı’nın doğu yaşamına ve efsanelerine olan ilgisi ve içinde bulundukları yaşam koşulları düşünüldüğünde batıdan doğuya doğru akacak bir seferin ayak sesleri hiç kuşkusuz uzun yıllardır hissedilmekteydi. Ayrıca Batı medeniyetinin kurucusu olarak düşüneceğimiz Roma’nın en önemli varisi olarak görülen Doğu Roma İmparatorluğu da büyük bir tehdit altında kalmıştı. Tüm bunların yanında Hıristiyanlığın da doğduğu topraklar olarak görülen bu coğrafya özellikle Roma İmparatorluğu’ndan sonra tekrar Hıristiyan dünyasının gözünde değer kazanmış ve arzulanmaya başlanmıştı. İşte bu gerilim hiç kuşkusuz 1096 yılında patlak vererek yaklaşık iki asır sürecek amansız bir mücadeleyi başlatmıştır. Bu yazımızda, belki de bir yazı serisi olarak sürdüreceğimiz çalışmamızda, bu seferlerin birincisi ve belki en önemlisi olan I. Haçlı Seferi’ni ele alarak siz okuyucuların takdirine sunacağız.

16 Eylül 2017 Cumartesi

II. Viyana Kuşatması Üzerine Bazı Değerlendirmeler


II. Viyana Kuşatması, IV. Mehmed zamanında gerçekleşmiş ve sonucu 1699 Karlofça Anlaşması'na kadar gitmiştir.(1) Viyana, Tuna Nehri üzerinde bir kontrol merkezi olması, Doğu Akdeniz-Habsburg ticaret hattı için önemli bir geçiş noktası olması ve özellikle Avrupa'nın tam kalbinde olması gibi sebeplerden ötürü büyük bir stratejik konuma sahipti. Bu da Bab-ı Ali'nin ilgi ordağı idi. Viyana için ilk büyük kuşatma girişimi, Kanunu Sultan süleyman döneminde 1529 tarihinde gerçekleşmiştir.(2)

17 Nisan 2017 Pazartesi

Kanuni Dönemi Osmanlı-Habsburg İlişkilerinde Macaristan


Kanuni Dönemi Osmanlı-Habsburg İlişkilerinde Macaristan
“Eğer def olunmaz ise bu beliyye
Ne İznik kala ne Kostantiniyye”
ÖZET

          Bu çalışma tamamen Osmanlı-Macaristan-Habsburglar üçlüsü üzerine yapılmıştır. Çalışmamda önce Macarların kim oldukları ve Avrupa’ya gelişlerini ardından Osmanlı-Macaristan ilişkilerinin nasıl başladığın, nasıl ilerlediğine, özellikle ana konunun Osmanlı-Habsburg Mücadelesinde Macaristan’ın konumu ve önemine, Osmanlıların uyguladığı politikalara değineceğim. Ancak bu çalışma sadece Kanuni dönemiyle sınırlı kalacak zira sadece Kanuni dönemi Osmanlı-Macaristan-Habsburglar üçlüsünü başlatan dönemdir. Bu çalışmada şunu fark edeceksiniz, Osmanlı İmparatorluğu 46 sene içinde kendi çöküşünü hazırladı. Bunu dememin sebebi Osmanlı Devleti 46 sene içerisinde Kanuni’nin bizzat katıldığı 13 seferin çoğu Osmanlı Devletini büyük bir ekonomik krize sokmuştur. Sadece katıldığı 9 seferi Avrupa üzerinedir. Başarılı olsa dahi bu yapmış olduğu sürekli savaşlar uzun vadede Osmanlı Devletinin ekonomisini baltalamıştır. Unutmadan şunu da ekleyeyim; bu çalışmayı yaparken yararlandığım bazı kaynaklar şunlardır: Pal Fodor (Macaristan’a Yönelik Osmanlı Siyaseti, 1520-1541), Pal Fodor (İmparatorluk Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı), GaborAgoston (Osmanlı’da Ateşli Silahlar Ve Askeri Devrim Tartışmaları), GaborAgoston (Osmanlı’da Strateji ve Askeri Güç), GaborAgoston (Osmanlı’da Savaş ve Serhad), NicolaeJorga (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi), Geza David (16. Yüzyılda Simontornya Sancağı), FerencEckhart, İbrahim Kafesoğlu-Çeviren- (Macaristan Tarihi). Bazılarından alıntılar yaparak yaptım bu çalışmayı. Bu çalışmayı okurken umarım sıkılmazsınız.

4 Nisan 2017 Salı

Dil İnkılabı ve Türk Dil Kurumu’nun Kuruluşu



Dil, bir milletin oluşmasında başlıca rolü oynayan, milleti millet yapan unsurların başında gelir. Atatürk, “Millet, dil, kültür ve mefruke birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.” Diyerek tanımladığı millet kavramının en önemli unsurlarından biri olarak dil birliğini belirlemiştir. Yaptığı bir dizi inkılaplarla da, dil birliğini sağlamaya çalışmıştır.

            Cumhuriyet kurulduğu zaman henüz yazı dili, bir hayli ağır ve halk tarafından anlaşılmaz durumdaydı. Milli bir dilin kullanılmasının gerekliliğini duyan Mustafa Kemal daha 22 Kasım 1924 tarihinde Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmasında “Efendiler, milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir güna teşevvüş (kargaşa tarzı) kalmamalıdır. Bir de milli derbiye esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü ve vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayri kabili münakaşadır (tartışması dahi olanaksızdır)”[1] diyerek konunun önemini belirtmiştir. 1928 yılına gelindiğinde, milli dilin yaranılması yolundaki çalışmalara hız kazandırarak gelişmeleri bu yöne çekmiştir.