Tarihçiler, gazeteciler veyahut siyasiler arasında yıllardır
tartışılagelmiş bir konudur, göze hitap eden bir girizgah yerine direk konuya
gireceğim. Tezleri açıklamaya başlamadan önce birçok insanın Mustafa Kemal
Atatürk için kullandığı "diktatör" sıfatıyla ilgili bilgi verelim;
zira çoğu insan yıllarca yafta olarak kullanılan bu kelimenin nereden geldiğini
bilmemektedir.
"Diktatör" yani -Latince öz yazılışıyla-
"dictator", dictare kelimesine eklenen -or ekiyle türetilmiş bir
sözcüktür. Tarihte ilk kez mevki olarak uygulama kaynağını Roma'da bulmuştur.
Bu mevki Cumhuriyet dönemi Roma'sında ülkeyi yöneten bir consul (konsül)ün
kritik bir durumda diğer konsüle azami 6 aylık üst düzey yetki vermesi sonucu
nadiren görülmekte olan bir mevkiydi. Cumhuriyetin son döneminde
Caesar'ın senatoyu ve rakiplerini dize getirerek tüm yetkileri diktatör
sıfatıyla üzerine aldığını görürüz. Yetkinin ilk ve son gayrimeşru kullanılışı
da bu olayla vuku bulmuş; o dönemden itibaren Roma'da diktatör mevkisi sadece
unvan olarak yer edinmiştir. Zira yöneticinin mutlak surette meşru olarak
ülkeyi yönetme yetkilerini üzerinde bulundurduğu İmparatorluk dönemi
başlamıştır. Kelimemiz ise daha sonra Fransızcada "dictature" haliyle
kullanılmış ve anlamı da değişmiştir.
Önceden cumhuriyet için dahi meşru görülen bu olağanüstü yetki, siyaset
biliminin gelişimiyle oldukça karmaşık bir söylem (discourse) halini alarak
farklı anlamlar bulmuş; Fransız İhtilali'nden sonra sözlüklerde ise
"Zorba bir parti veya kişinin iktidarı antidemokratik yöntemlerle gasp
etmesi, ülkeyle ilgili tüm kararları vermesi." olarak geçmiştir.
Bu anlamı Eski Yunan'da "tiran" kelimesine daha yakındır.
Günümüzde de yaygın olarak bu anlamıyla kullanılmaktadır.
Şimdi gelelim konumuza, Atatürk bir diktatör
müydü?
Siyasetteki ve tarihçilikteki en yaygın söyleme göre, diktatör olacak kişinin iktidarı zorla gasp etmiş olması
gerekir. Atatürk, mevcut bulunmuş yetkilerinin neredeyse tümünü oylama ile elde
etmiş, yetkilerini kullanırken de her adımında meclisin onayını almıştır. Celal
Şengör'ün Dahi Diktatör isimli kitabında Atatürk'e iyi niyetle de olsa bu
yaftayı yakıştırırken kullandığı tek elle tutulur argüman, almak istediği bazı
kararlar için meclisi üstü kapalı tehdit etmiş olmasıdır. Bu argüman, diktatör
sıfatını yüklemek için yetersizdir. Çünkü burada Celal Şengör ya diktatörün tam
anlamını bilmemekte; ya da Atatürk'ün bazı antidemokratik eylemlerini kendince bir kalıp
içine koymaya çalışmaktadır. Ancak bilmesi gerekir ki bu tür olgular, siyaset bilimine uygun parametrelere göre kullanılır; herhangi bir bilimsel ölçüt ile dayanılan geçerli bir söylem olmaksızın bir kimse için kullanılamaz.
Türk siyasetçilerinin ve
medyacılarının en yaygın biçimde kullandığı -söz konusu- diktatör söylemine göre ise, bu olgunun siyaset
bilimine göre geçerli bir sıfat olarak kullanılabilmesi, uygulamadaki yönetimin diktatörlük
sayılması için aşağıdaki bilimsel özelliklerin tümünü taşıyor olması gerekmektedir:
-Devletin başına mevcut hukuka göre değil, zorla geçilmesi.
Cevap: Devletin başına geçmemiş, yeni bir devlet kurmuştur. Savaş sürecini halkın seçtiği "meclis"in hükümeti yürütmüştür. Başkomutanlığını dahi kanunla elde etmiş; kanun ise oy birliği ile (184 oy) çıkarılmış ve yetki, geçici olarak kendisine verilmiştir.
Cevap: Devletin başına geçmemiş, yeni bir devlet kurmuştur. Savaş sürecini halkın seçtiği "meclis"in hükümeti yürütmüştür. Başkomutanlığını dahi kanunla elde etmiş; kanun ise oy birliği ile (184 oy) çıkarılmış ve yetki, geçici olarak kendisine verilmiştir.
-Devletin başındakinin sınırsız iktidara sahip olması.
Cevap: Aldığı kararları meclise onaylatma gerekliliği hissetmiştir. Eylemlerini millet adına yapmış, iktidarın meşruiyetini millet iradesinden almış; usulüne göre kullanmıştır.
Cevap: Aldığı kararları meclise onaylatma gerekliliği hissetmiştir. Eylemlerini millet adına yapmış, iktidarın meşruiyetini millet iradesinden almış; usulüne göre kullanmıştır.
-Devletin başındaki kişinin yerine, zamanı geldiğinde; kimin, nasıl
geçeceği konusunda yerleşmiş herhangi bir kuralın bulunmaması.
Cevap: Bu belirsizliğe, cumhuriyeti kurmakla seçim usullerini netliğe kavuşturarak çözüm bulmuştur. (Rejimin gereği "çok partili hayat" konusuna yazının devamında değineceğim.)
Cevap: Bu belirsizliğe, cumhuriyeti kurmakla seçim usullerini netliğe kavuşturarak çözüm bulmuştur. (Rejimin gereği "çok partili hayat" konusuna yazının devamında değineceğim.)
Tarihe adını kazımış diktatörler ise, aldıkları kararın ardından meclis
onayına ihtiyaç duymaz, muhalefeti tanımaz, kararlarının tanınmaması üzerine
sonuç ölüm veya hapis olur, genel olarak zorba-katı bir yönetim anlayışı izler
ve tüm bu yaptıklarıyla demokrasiyi fikren ve fiilen yıkıcı işlevde
bulunurlar. Atatürk ise söylemin kabul ettiği yukarıdaki bilimsel diktatörlük ölçütlerine uymamakla birlikte; en başından monarşi ile yönetilen bir geleneksel Orta
Çağ devletinin küllerinden demokrasi ile yönetilen medeni bir ulus devleti
kurmuştur. Bu bakımdan öncelikle demokrasiyi yıkıcı değil; kurucu bir işlev
edinmiştir.
Diktatör değilse
neydi? Antidemokratik hamleleri olmadı mı?
Otoriter, irade kudretini karakterinde taşıyan bir liderdir. Bu
özellikleri ve bazı eylemlerinin antidemokratik olması onu diktatör
yapmamaktadır. Zira ona diktatör diyenler bir gerçeği göz ardı etmekte ve
sadece eylemi baz alan dar bir bakış açısını esas almaktadır. Antidemokratik
eylemlerini meşru kılan gerçek: Atatürk yaşadığı dönem itibariyle bir dizi
devrim gerçekleştirmiş olmasıdır. Devrim şartları bu tür eylemler için zaten
müsaittir. Özellikle de mutlakiyete uyumlu geleneksel doğu toplumları için
müsait olmak zorundadır. Bir de yakın dönemdeki gerçek diktatörler esas alındığında
(Hitler, Mussolini, Stalin, Franco, Pevlevi) bu sıfatı yakıştırmak onun
demokrasi anlayışına ve kurucu yönüne hakaret etmekten farksızdır. Üstelik
örnek verdiğim diktatörlerle karakteristik-uygulama yönünden farkları da
barizdir.
Asli demokrasi
unsuru: Çok partili hayata geçiş denemeleri
Çok partili hayata
geçiş için birisi dolaylı, diğeri doğrudan olmak üzere iki hamlesi mevcuttur.
Eğer demokrat gayeleri gütmeseydi muhaliflerinin kurmuş olduğu Terakkiperver
Cumhuriyet Fıkrasının kuruluşuna onay vermeyebilirdi. Veyahut Serbest
Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşunu teşvik etmeyebilirdi. Ek olarak mecliste veya
kamuoyunda kendisine, bir karar önergesine veya herhangi bir kararına karşı
çıkan kişiler de olmuştur.
Bu konuda ayrı
olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'ndan ve Kazım Karabekir'den bahsetmek
gerekir. Karabekir, Kurtuluş Mücadelesinin ardından Atatürk'ün en sert ve güçlü
muhalifi halini aldı. Şiddetli fikir ayrılıklarının sonucunda ilk muhalefet
partisi onun önderliğinde kurulmuştu. Ancak partisinin ömrü kısa sürdü. 1925
yılında çıkan Şeyh Sait isyanında bazı TCF üyelerinin kabahatli olması, ceza
almaları ve buna ek olarak Karakol Cemiyeti'nin kurucusu olarak tanıdığımız
koyu İttihatçı, TCF'li Kara Vasıf Bey'in "Mustafa Kemal Paşa’yı istiyorsanız Halk Fırkasına gidiniz. Halife’yi
istiyorsanız bizim Fırkamıza geliniz." şeklinde açıklamaları partinin olağanüstü Takrir-i
Sükun kanununa dayanarak kapatılmasına yol açtı. Bu olayın ardından 1926
tarihinde İzmir Suikasti girişimi yaşandı. Tutuklananlar arasında Kazım
Karabekir, Ali Fuat Paşa olsa da neticede suçsuz bulunarak serbest
bırakıldılar. Aradan geçen 7 yılın ardından Atatürk-Karabekir arasındaki
kamuoyunun önündeki ilk tartışma 1933 yılında Milliyet gazetesinde gerçekleşti.
Tartışma, Karabekir ile belirsiz bir kişinin gazetede mektuplar ve belgeler yayınlamalarıyla
başlamıştı. Atatürk 7. mektubun ardından
sessizliğini bozmuş; Karabekir'e 9 sayfa tutan yanıtlar vermiştir. Bu sürecin
ardından Kazım Karabekir'in Nutuk'a karşılık olarak yazdığı "İstiklal
Harbimizin Esasları" isimli kitabını toplatmıştır. Bu antidemokrat bir
eylem olarak kabul edilebilir; ancak son radde olduğu dikkate alınmalıdır. Görüldüğü üzere Atatürk bu en güçlü ve en
kitleli muhalifine ve partisine karşı devrim zamanında bile son ana kadar imha
edici bir yaklaşımda bulunmamış, siyasi anlamda karşısına geçmelerine müsaade
etmiştir.
Serbest Cumhuriyet
Fırkası, tamamen Atatürk'ün Fethi Okyar'ı teşviki sonucunda kurulmuş bir diğer
partidir. Partinin kuruluşunda 1929 yılındaki Dünya Ekonomik krizinin büyük bir
payı vardır. Krizle birlikte ekonominin kötüleşmesi ve halkın mevcut vaziyet
karşısında tepki göstermesi, CHP'nin denetleme ve baskı hissetmemesi, demokrat
ve gerekli bir siyasi manevra ihtiyacını doğurmuştu. Nitekim parti kuruldu.
Ancak parti her ne kadar liberal, laik ve milliyetçi görünümle ortaya çıksa da
halk tarafından farklı şekilde (halifeliği geri getirecek parti) algılandı. 7
Eylül'deki İzmir mitinginde halkın galeyana gelişi, Cumhuriyet Halk Fırkasının
binalarına saldırmaları, oluşan kaos ve yapılan usulsüz grevler, ülkenin henüz bir muhalefet partisi
için hazır olmadığını gösterir nitelikteydi. Bu karışık süreç içinde Atatürk,
partinin yürürlükte kalması için elinden geleni yapmıştı. İzmir mitinginden
önceki karışıklıklara ve güvenlik problemine binaen Okyar'a çektiği telgrafta:
"Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek
istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutku söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin
herhangi bir engeli bana bildireceksin. Asayişin temini için Başvekil, Dahiliye
Vekili ve İzmir valisi lazım olan tedbirleri almakla mükelleftirler."
ifadelerini kullanmıştı. Ancak olaylar engellenemedi ve parti 100. gününü dahi dolduramadan kapandı. İki
muhalefet kurma girişiminin de olumsuz sonuçlanması sonucu Atatürk'ün olası çıkarımlarını
tahmin etmek güç olmasa gerek. İki
başarısız denemenin ardından 1930'da Abdülkadir Kema Bey'in kurduğu ve
onaylanan "Ahali Cumhuriyet Fırkası" herhangi bir faaliyet ve başarı gösteremeden
3 ay sonra kapatıldı. Arif Oruç'un 1931'de kurmak istediği "Laik
Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Partisi"ne hükümet kurulma izni vermedi. Son
olarak ise 1937'de Mimar Kazım Tahsin Bey "Türkiye Cumhuriyet Amele ve
İşçi Partisi"ni kurmaya çalışmış; hükümet tarafından "komünist
eğilimli" olarak nitelendirilerek kurulmasına izin verilmemiştir.
Atatürk'ün ölümüne kadar sarf edilen son parti kurma çabası da budur.
Atatürk'ün irade
kudreti ve otoritesi
Atatürk'ün, saltanat
ile hilafetin ayrılma sürecinde (saltanatın kaldırılması demek oluyor), alfabe
değişikliği gündem olduğunda çıkan tartışmalar ve gösterilen tepkilere verdiği yanıtlardan;
önce devrim şartlarından ötürü tüm bunlara müsaade etmeme, karşı çıkan herkesi
tasfiye etme, kendi kararlarını uygulama olanağının bulunduğu unutulmamalıdır. İsteseydi ikna ederek ve tartışarak çözüme kavuşturduğu
konularda irade kudretinden yararlanarak tartışmaya gerek olmadan zoraki bir
kabul ettirme -tam anlamıyla azmettirme- yoluna gidebilirdi. Ancak kendisi
devrim sürecinde dahi demokrasinin temellerini korumaya yönelik hareket
etmiştir.
1923'te kurulan
ikinci TBMM'ye kadar elinde bir güç olmadığı, dolayısıyla sırtını dayamak
zorunda kaldığı ve meclisle ters düştüğü zaman geri adım atması durumu da
sıklıkla kullanılan argümanlardan biridir. Bu argümanı öne süren herhangi bir
kişi, anlatacağım olaydan bihaberdir; ya da bu olayın argümanı tek başına
yıktığını göz ardı etmektedir.
1 Kasım 1922,
birinci mecliste hilafetin saltanattan ayrılıp ayrılmayacağı ile ilgili bir
tartışma söz konusu. Tartışma oldukça içinden çıkılamaz bir hal alır ve Mustafa
Kemal, en sonunda irade kudretini tescilleyecek şu açıklamayı yapar:
" Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır
diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle,
kudretle zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve
saltanatına, vazıülyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame
eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek,
hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu
bir emrivakidir.Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak
mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden
ibarettir.Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes
meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde, hakikat usulü
dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Bu konuşmada üstünde durulması
gereken ilk durum, konuşmanın T.C tarihinin en çetin muhaliflerinin bulunduğu
1. mecliste yapılmış olmasıdır. İkinci durum ise saltanat rejiminin demokrasiye
aykırı olduğunu, Türk ulusunun devlet hakimiyetine bilfiil el koyduğunu
belirtmesidir. Atatürk bunun "emrivaki" olduğunu söyleyerek ulusal
egemenliğin kaçınılmaz olduğunu, demokrasiye gidilen yolda (devrim sürecinde) antidemokratik
hamlelerin de mübah-meşru olduğunu dolaylı olarak zaten belirtmektedir. Aslına
bakarsanız Atatürk, diktatör olmadığını bundan 95 sene önce savunmuştur.
Atatürk'ün burada takınmak zorunda olduğu antidemokratik tavır, Platon
paradoksunun ters biçimini andırır. Platon paradoksu: "Halkın kendisini bir tiranın yönetmesini
istemesi durumunda bunu kabul etmenin mi; kabul etmemenin mi daha demokratik
bir eylem olacağı" konusundaki çıkmazı ifade eder. Bunun tersi ise
"demokrasiye giden ve hakim kılan yolda antidemokrat hamleler yapılıp
yapılamayacağı" olarak yorumlanabilir. Paradoksu tersine çevirdiğimizde
kısa bir düşünme eyleminin akabinde kilit açılmakta, mantığa daha da yatkın bir
çözüm ortaya çıkmakta ve Platon'un demokrasiye yönelttiği eleştiriyi de
arkasına alarak antidemokrat hamleleri meşru kılmaktadır.
(Platon'un demokrasiye yönelttiği
eleştiri, "egemenliğin donanımı/bilgisi yetersiz kitlelerin elinde olma
ihtimali ve bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda demokratik rejimin sağlıklı
sonuç vermemesi" durumudur.) Böylece Atatürk'ün antidemokratik
faaliyetlerinin meşru kılınmasının yanı sıra eğitime verdiği önemin sebebi
hakkında da çıkarım yapabiliyoruz.
-Kerem Ali Vahap
Kaynakça
-Kasım, Naci (1928), Gazi'nin Hayatı (İstanbul: Maarif
Kitaphanesi)
-Şengör, Celal (2015), Dahi Diktatör (İstanbul: Ka Kitap)
- Taşkın, Ali (2011), Platon'un Demokrasi Paradoksu, Uludağ
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , 16 , 62-73.
- Tahiroğlu, Bülent ve Erdoğmuş, Belgin, (2016), Roma Hukuku
Dersleri (İstanbul: Yılmaz Yayıncılık)
- <https://www.etimolojiturkce.com/kelime/diktator>
- <http://www.nisanyansozluk.com/?k=diktatör>
- <http://www.etymonline.com/word/dictator>
- <https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c014/ehttbmm01014103.pdf>
(1 Kasım 1922 meclis tutanağı)
- Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde., s.
273-275;
- Tunaya, T.Z, Siyasi
Partiler, s. 636-637.
- Okyar, Osman ve Seyitdanlıoğlu, Mehmet, (1997), Fethi
Okyar'ın Anıları (İş Bankası Kültür Y.)
- < http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim/inkilaplari/siyasi/takrir.htm>
-< http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-28/izmir-suikasti-2>
- Mumcu, Uğur (1990), Kazım Karabekir Anlatıyor (UM:AG
Araştımacı Gazetecilik Vakfı)
- Haspolat, M. Emin (2003), Diktatörlük ve Atatürk, Amme İdaresi Dergisi, 36, 83-119
- Yaman, A. Emin Yaman (1992), Başkomutanlık Kanunu, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 9, 85-110
Önceki güncelleme: 21.11.2017
(*) "Diktatör" olgusu, bir söylem olduğu belirtilerek ele alınacak şekilde düzenlenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Prof. Dr. M. Emin Haspolat'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Yrd. Doç. Dr. A. Emin Yaman'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.
- Haspolat, M. Emin (2003), Diktatörlük ve Atatürk, Amme İdaresi Dergisi, 36, 83-119
- Yaman, A. Emin Yaman (1992), Başkomutanlık Kanunu, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, 9, 85-110
Önceki güncelleme: 21.11.2017
(*) "Diktatör" olgusu, bir söylem olduğu belirtilerek ele alınacak şekilde düzenlenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Prof. Dr. M. Emin Haspolat'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.
(*) Kaynaklar arasına Yrd. Doç. Dr. A. Emin Yaman'ın makalesi eklenmiş; yazı, makalenin içeriği ile desteklenmiştir.